top of page
Ara

İYONYA

  • Yazarın fotoğrafı: Bülent Güven
    Bülent Güven
  • 4 Nis 2020
  • 7 dakikada okunur

Şubatın son günleri olmasına rağmen havaların biraz ısınmaya başlamasıyla benim küheylanla güneye doğru yola çıktık. Evet öğleden sonra hava ısınıp güneş içimizi ısıtmaya başladı ama sabahları hala çok serin. Hatta soğuk:) Bir sure sonra parmak uçlarımı eldivenli de olsam hissetmemeye başladım açıkçası motor üzerinde. O yüzden ilk durağı biraz yakına çekip Magnesia antik kentini gezdim. Magnesia da Yunanistan'ın Tesalya bölgesinden gelen Magnetler tarafından kurulmuş. Şehrin bugünkü yerine taşınması iyonların gelişinden yaklaşık 500 yıl sonraya dayanıyor. Şehir Efes kadar meşhur olamasa da bölgede Efes'ten sonra en büyük kent. İyon kentleri arasında önemli bir ticaret merkezi olmuş, görkemli yapılara ve o zamanının olimpiyatları gibi şehirler arası yarışmalara ev sahipliği yaptığını gösteren günümüzün en iyi korunmuş ve dünyanın en büyük stadionuna sahip bir kent. Magnesia için bu kadarcık bir parantez açmak yeterli şimdilik. Çünkü iyon kentlerini anlatmak için çıktım yola. Zaten çok kent var. Magnesia alınma sen. Haketmediğinden değil. Çok daha fazlasını, en azından Efes'i ziyaret edenlerin sana da ugramasını hakediyorsun.



İYONLAR MÖ binlerde Yunanistan'dan göç eden akhalar, İyonya adı verilen ege kıyılarına daha sonra iyon birliğini oluşturan 12 bağımsız iyon kentini kurmuşlar. "İoan" perslerin iyonlara verdiği isimdi. Daha sonra bu isim günümüzde yunana dönüşmüş. Bu her biri bağımsız, demokratik ve laik yönetim şekline sahip kentler dışarıdan gelen Lidya daha sonra da Pers saldırılarına kadar barış içinde yaşamışlar. Kısa sürede her biri gelişmiş bir uygarlık haline dönüşmüş. Bugünkü Avrupa birliğine benzer iyon birliğini kurmuşlar. Bu barış ve özgürlük ortamı sayesinde iyonlar felsefe, sanat, bilim, teknoloji, mimarlık, şehircilik gibi alanlarda zamanına öncülük etmişler. İyonlar denizci insanlarmış. Yaptıkları deniz ticaretiyle zenginliklerini arttırmışlar ve koloniler kurarak uygarlıklarını Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına taşıyarak bugünkü Avrupa'nın temellerini atmışlar. PRİENE İzmire 130 km Magnesia'ya araçla yarım saatlik mesafede olan Priene Söke ovasının kenarında dik bir tepeye yerleşmesine rağmen ızgara planlı yerleşimini hiç bozmayarak iyonların sahip olduğu modern şehircilik anlayışıyla gelir gelmez sizi büyülüyor. Doğu kapısından girdikten sonra tırmanmaya başladım. birbirini kesen dik sokaklarda kenti tanımaya çalışıyorum. Sanki biz kenti gün yüzüne çıkarmaya çalıştıkça doğa da üstünü kaplamaya, içine almaya çalışıyor. Sincaplarla kertenkelelerle köşe kapmaca oynuyoruz. Kimseler yok şehirde. mısır tanrıları kutsal alanı ile gymnasion arasından geçip şehrin kuzey tarafındaki yamaca konumlanmış tiyatroya varıyorum. teatron yani dionisosa adanmış yapı. O dönemde bütün oyunlar daiama dionisosa adanır dionisos için yapılan törenlere de tiyatrolar ev sahipliği yapardı. MÖ 5.yy dan önce teatronların oturma yerleri ahşaptandı. Daha sonra taş oturma yerleri yapıldı. Önceleri sahne tek katlı idi gösteriler sahnenin önünde orkestrada yapılır en ön sıralar protokole ayrılırdı. Daha sonra skeneler yukseldi. gösteriler ikinci katta olmaya başladı. buna karşılık protokole de sahne hizasında yeni yerler eklendi. Ben kimsenin olmamasından istifade Gaveyanın en tepesine oturup yanımda getirdiğim biramdan bir kac yudum alarak sahnede bir dionisos ayini hayal ettim. Sonra biramın kalanını orkestranın önündeki dionisos altarına dökerek tanrıya sundum. dionisos kabul etsin:)


Şehrin ana tanrıçasına adanan Athena tapınağı; şehrin merkezinde, en yüksek konumda ve tüm söke ovasına hakim bir vaziyette iyon mimarisinin en önemli mimarı olan Prieneli Pytheos tarafından yapılmış iyon tarzında bir tapınak. Türünün ilk örneklerinden. Pytheos tapınaklarda iyon tarzının yanında kendine özgü bir simetri ve ölçülendirme sistemi kullanmış, ardılları da bu sistemi devam ettirmiş. Aynı zamanda dünyanın yedi harikasından biri olan halikarnas mozalesinin de mimarıdır.


Athena tapınağından ovaya ve denize doğru bakınca bu ovanın bir zamanlar deniz olduğunu anlamak çok güç olmuyor. Bir zamanlar bir liman kenti olan Priene Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlar sayesinde denizden uzaklaşmış zamanla önemini yitirerek terkedilmiş. Tapınağın önündeki istinad duvarının üstünden aşağıdaki gıda pazarı, agora ve bouleuteriona kuş bakışı baktıktan sonra sokağa inmek için asağıya akan molozları kendine yol yapan sincapların peşinden indim. Antik çeşmenin başına oturdum. Yanımda agora, meydan. Karşımda meclis binası buleuterion, onun yanında ocak tanrısı Hestiaya adanan ve hiç sönmeden yanan şehrin ateşinin bulunduğu prytaneion...


Şimdi İzmir sokaklarına corona virüsünün yaptığı gibi terkedilmiş Priene sokaklarında dolaşıp bir sonraki durak için küheylanın yanına gittim. MİLETOS Priene den 20 km uzaklıkta olan Thales'in doğduğu kent Miletos'a kısa bir yolculuktan sonra vardım. İlk üniversite yıllarımda babamın şehir dışında olduğu zamanları fırsat bilir arabasıyla yakın yerleri gezerdim. Özellikle antik kentleri. Tabi o zaman navigasyon yoktu. Google da. Ben de haritadan bulabildiklerime gidiyordum. Didim'deki Apollon tapınağına gittiğimde Milet de orası sandım. O zamandan beri de bu yoldan geçmemiştim. Priene gibi bir liman kenti olan Miletos da Priene ile aynı kaderi paylaşmasına rağmen Menderes nehri üzerinden denizle bağlantısını sürdürerek iyonlardan önce de sonra da varlığını sürdürebilmiş. Şu an şehrin girişinde bizi karşılayan, ilk yapıldığında deniz kenarında olan devasa tiyatro, iyonlar zamanında 5300 kişilik yapılmış. Romalılar döneminde ise 15000 kişilik üç katlı bir yapıya dönüşmüş. Tonozlu yapı tekneğinin çok güzel bir örneği. Şehirde iyonlardan osmanlılara kadar her dönemden yapıları görebilmek mümkün.



Şehir plancı Hippodamos sayesinde bu kent de ızgara planlı. Menderes'in alüvyonlarının çevresini doldurmasından beri kentin su baskınlarıyla başı dertte. Sulardan geçebildiğim kadarını gezdim. Gene sadece ben ve bir çoban vardı kentte. Agoranın bulunduğu tarafa geçemedim.


Berlin Pergamon müzesine taşınan ve ziyaret etme şansı bulduğum Milet kapısının bulunduğu yeri gördüğümde; Almanlara teşekkür ettim burda bırakıp kapının suların içinde dağılıp gitmesine izin vermedikleri için. Şu an sular altında olan meşhur pazar kapısının da bulunduğu meydanda didimdeki Apollon tapınağına giden tören alayı toplanırmış bir zamanlar...


Miletos'ta Menteşeoğlu beyliğinden kalma İlyas Bey Camii ve Külliyesi ile saat beş olduğu için bu sefer ziyaret edemediğim Miletos, Priene ve Didim Apollon tapınağından çıkan buluntuların sergilendiği bir müze mevcut.


Beklediğimden yorucu bir gün oldu. Sezon dışı olduğu için fiyatların çok uygun olduğu Kuşadası'nda geceledikten sonra sabah yeni kentler için yola çıktım. Efes daha önce çok ziyaret ettiğim, hatta gökyüzünden bile gezdiğim bir şehir olduğu için onu atlıyorum. Aynı nedenle ve kısıtlı zamanım olduğu için atladığım Selçuk müzesini ziyareti vakti olanlara tavsiye ederim. Hatta vakit varsa Selçuk kalesi de gezilebilir. Şirince'ye çıkıp gözleme ayran veya şarap da öğle yemeği için fena olmaz. Ben yoluma devam ediyorum. Yolda bana olan aşkını yaz kış göstermekten çekinmeyen yağmur bulutları gene beni buluyor. Önemli değil alışığız. ben de onları seviyorum. Biraz ıslanmakta sakınca yok. NOTİON Haritalarda bulması zor, bulsanız da yerinde bulmanız zor olan tarihte de Kolofon'un gölgesinde kalmış şimdi de sadece küçük bir tabela da onda da NO ION olarak geçen kent. Gerçi Kolofon da bulunmuyor ama ona sonra geleceğim. İsabeyli'ye geldim bir tabela görmedim. Geçtim galiba diye geri döndüm. T harfi düşmüş olarak bir tabelada görüp sağa girdim. Yol bitti bir şey göremedim. geri döndüğümde bir evin yanında bir kent planı gördüm. Burası herhalde diyerek motoru bırakıp tırmandım.


Tepeye çıktığımda az miktarda bir tapınak kalıntıları karşıladı beni. çok uzakta tiyatroya yakın kırmızı montlu birini gördüm. yürümeye başladım o yöne. Bouleuterion olduğunu oturma yerlerinden anladığım mekandan geçtim.




önünde agora olduğunu düşündüğüm futbol sahası büyüklüğünde bir düzlük. birkaç duvar kalıntısı. tiyatroya ulaştım. adam kayboldu. deniz kenarından geri döndüm. definecilerin kazdığı bir çukurun yanından geçtim.


Hiç bir çalışma yapılmamış Notion'da. görünürde pek bir şey de yok. Ama tepedeki düzlüğün büyüklüğünden, konumundan, manzarasından ne kadar büyük ve güzel bir kent olduğu anlaşılıyor. Sanırım İyon kentlerinin birinde yaşamayı seçecek olsam Notionu seçerdim. Manzaraya bayıldım.






KLAROS Gene doksanların sonundan beri uğramadığım Klaros çok değişmiş. O zamandan hatırladığım suyun içinden yükselen birkaç sütün parçasıydı sadece.


İlgili sempatik bir bekçi karşıladı önce. Alanda sigara içmememi rica edip broşür verdi. Alan hakkında ön bilgi verip gezme rotası tavsiye etti. Bir de mümkünse Broşürdeki kare kodu okutup puan vermemi. Klaros bilicilik merkezinin geçmişi MÖ 13. yy la dayanır. Apollon kahini Teiresias'ın kızı Manto tarafından kurulmuş. Klaros'a ilk kişisel başvuru İskender'in Smyrna ile ilgili rüyası için generali Lysimakos'u Klaros Apollon bilicilik merkezine göndermesiyle olmuş. Rüyayı gördüğü yerde kent kurması söylenen İskender bugünkü Kadifekale eteklerine yeni kenti kurmuş.

Bu başvurudan sonra her milletten başvuruyu kabul eden merkeze antik dünyanın bir çok yerinden başvuru olmuş. ünü dünya çapında yayılmış. Apollon klaros tapınağı İyonya'da inşa edilmiş tek dor düzeninde tapınakmış. Yeraltındaki kemerli iki salondan oluşan, biliciliğin yapıldığı arka adyton (kutsal oda), kült heykelinin bulunduğu cellanın altındaymış. Doğudaki kemerli salonda taş oturma banklarının yanı sıra, Apollon'un kutsal taşı olan mavi mermerden yapılmış omphalos bulunmaktaymış. Rahip ve graphikos (yazman), bekleme odası niteliğindeki ön adyton’da dururmuş. Arka adyton ile öndeki arasında yer alan kapıdan başka bir giriş varmış, yalnızca kâhinin karanlıkta girebildiği bu salonda, içinde kutsal suyun korunduğu, dikdörtgen bir kuyu varmış. Kâhin bu suyu içtikten sonra tanrıya soruları yöneltiyor ve vahiy yoluyla yanıtları alıp, ön adyton’da bekleyen rahibin kulağına söylüyormuş. Rahip de, bunu altılı vezinler halinde yazmana yazdırıyor ve kehanet başvurusunda bulunan kişiye iletiyormuş.


KOLOFON Klarosa 20 dk mesafede olan Değirmendere köyünde olduğu söylenen Homeros'un doğduğu kent olan Kolofon'u çok aramama rağmen bulamadım. Haritanın gösterdiği noktaya doğru tırmandım. köyden çıkıp bir toprak orman yoluna girdim. yol en tepe noktaya çıktı, sonra inmeye başladı. yolda ormancılara rastladım. sorduğumda bu bölge işte Kolofon dediler. Öyle bir kalıntı filan biz görmedik dediler.


Ben de motoru bırakıp ormana daldım haritada görünen noktayı bulmak için. önce nekropolünü buldum. defineciler alt üst etmiş ormanın zeminini. Yüzlerce çukur kimi yeni kimi tekrar ot bitmiş. Biraz da korktum açıkçası. Şimdi kazı yapan definecilere rastlarsam benim onları ihbar edebileceğimden korkup bana saldırabilirler mi diye. Neyse ki kimseye rastlamadım. Küçük bir düzlüğe çıktım konumun olması gereken noktaya yakın. birkaç duvar kalıntısından başka birşey bulamadım çevrede.




Geri dönmeye karar verdim. Dönüşte yolu şaşırdım. Aslında şaşırmadım ama ormanın sık kürlü, dikenli yapısından yirmi metre daha yüksekte olan geldiğim tarafa bir türlü çıkamadım. hiç geçilmemiş yerlerden geçerek her tarafımı çizdirerek yolun altına ulaştım. Kolofon muhtemelen çok büyük ve gelişmiş bir kent olmalı. En azından o mezarlık alanına uygun büyüklükte bir yer. Ama yok. Orman kaplamış. Kolofonu ormanına bırakıp yola koyuldum. LEBEDOS Daha önce geçerken merak edip girip baktığım ama bir şey bulamadığım Lebedos'tan da çok umutlu değildim. Benzin almak için durduğumda benzinlikten sandviç de aldım yanıma. Saat ilerledi ve oturup bir şeyler yemeye vaktim olmadı dağda tepede dolaşmaktan. Lebedos tabelasını takip ettim. Yol bitti. Çürümüş bir demir kapı. Yanda bir kamp alanı var. Oraya girdim. Köpekler havlıyor. Sahile attım kendimi. Benim üstüme doğru gelen köpeği sevmeye başlayarak saldırma ihtimalinden kurtuldum:) sandviçimi de çıkarıp paylaşarak garantiye aldım. sahilde balık tutmaya çalışan birinden Lebedos'un önümdeki burun olduğunu öğrendim.




Devrilmiş çitlerin üstünden geçip burnu dolaştım. uçtaki bir kale suru kalıntısından başka eski bir duvar parçası bile bulamadım. Burunda eski bir kaç yarım kalmış inşaatın, denizin tuzlu suyundan dolayı oluşan korozyondan kolonlarının, döşemelerinin demirleri çıkmış görüntüsü; sanki eti sıyrılmış insan gibi ürkütücüydü. Birde otel yapısına benzeyen bu tek katlı yapıların odalarının pencere ve kapıları, uydurma tahtalarla kapı pencere yapılarak kapatılmıştı. içerde benim burada olmamdan rahatsız olacak insanların olabileceği hissi kapladı beni. Açıkcası ürktüm biraz ve oradan da ayrıldım. Bugünkü yolculuk hiç tekin yerlerde geçmedi. Saati gene beş yaptım. Buranın devamında Teos var. Onu zaten daha önceki İyonya Karia turumda anlatmıştım. Onun dışında Erythrai, Klazomenai ve Phokaia iyon kentlerini de yazıya eklemek için gezdim sonraki haftalarda. Ama hem yazı çok uzun oldu hem onlar corona virüsün etkisinde biraz sönük geçti. o yüzden daha eğlenceli günlerde görüşmek üzere...

Comments


  • White Facebook Icon

© 2023 by Going Places. Proudly created with Wix.com

bottom of page